Antakya dizlerinin üzerinde…
HATAY – Antakya’yı gördükten sonra; İzmit depreminden sonra o şehrin ne hale geldiğini görmüş biri olarak bu depremin etkisinin İzmit ile kıyaslanamayacağını söyleyebilirim. Ve şimdiden belirtmek isterim ki kesinlikle ve kesinlikle İstanbul’u görmek istemiyorum.
Pazartesi akşamı (24 saati aşmadan) İstanbul’dan yola çıktık. Milletvekili Oya Ersoy’un flaşörü ile salı günü öğle saatlerinde Antakya’ya ulaşabildik (özellikle onunla Belen trafiğini aşmak mümkün oldu). Diğer iki araçla birlikte akaryakıt ve su bidonları toplam yükümüzün kıymetli yükünü oluşturuyordu. Ve demir makas.
Antakya diz çökmüştü. Bir binayla, caddeyle, caddeyle, mahalleyle, semtle değil bir bütün olarak diz çöktü. İzmit’le ilgili değildi. Örneğin İzmit’te depremin etkilerinin görülmediği, yani harabenin olmadığı bir mahalle veya bölge ile karşılaştım. Ancak Antakya’da değildi. Ana caddeye girdiğimizde tek görebildiğimiz, yüzlerce metre uzunluğundaki caddenin iki yanında yer alan çökmüş, yığılmış binaların enkazıydı. O sokakta ayakta tek bir bina yoktu. Ve yollar bir yere gitmeye çalışan ama nereye gitmek istediğini anlayamayan araçlarla doluydu. Sanat sokakları mı? Antakya’nın her sokağı, her sokağı, her mahallesi yıkıldı. Üstelik yıkılan sadece bugün değil, Antakya’nın tarihiydi. Hatay Meclis Binası. Biliyorsunuz burası Hatay Devleti’nin 5 Temmuz 1939’da Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararının onaylandığı meclis binasıdır. Antakya tarihi de diz çöktü.
Diğer 9 ilin durumunu düşünemez olduk. O an İstanbul’un olası hali aklımıza bile gelmezdi!
***
geceydi Antakya’nın ara sokaklarında yürüyorduk. Ayakta, etkilenmeden, “bana bir şey olmadı”, “dimdik ayaktayım” diyen tek bir bina olmaz mıydı? Sahip değil! Moloz yığınlarına değil, yan yatmış, ilk birkaç katın üzerine yığılmış ama ayakta durabilen binalara bakıyorduk. En azından insanlar bu binalardan sürünerek çıkmayı başardılar, her ne kadar harabe halinde olsalar da, diye hayal ettim. Ve o lanet(!) o an aklıma geldi… Pazartesi 04:17 değil, o an 04:18’de bu sokaklar nasıldı, ne yaşıyorlardı, ne söylüyorlardı? Bir binadakiler, bir sokaktakiler, bir mahalledekiler değil, bütün bir şehir, yani Antakya haykırmalıydı. Binlerce, onbinlerce insan aynı anda, binlerce, onbinlerce kadın, erkek, çocuk, yaşlı aynı anda olduğu gibi.
Ses dalgaları asla kaybolmaz. Hani siyah beyaz televizyonlardaki o kasvetli sahneye eşlik eden ses, hani evreni oluşturan büyük patlamanın sesiydi. 04:18’de o sokaklarda yankılanan sesin hiç gitmeyeceğini bilerek… Ne diyeyim, nasıl diyeyim??
***
Su yok, elektrik yok, benzin-mazot yok, telefon bağlantısı yok, yemek yok, hayır, hayır, hayır, hükümet yok…
Elektrik gündüz için değil gece için kaçınılmazdır. Çünkü arama kurtarma çalışmaları elektrik olmayınca tamamen duruyor. Ve insanlar ne yapmak isteseler de hiçbir şey yapamazlar. Çaresizlik, o kahrolası çaresizlik başka bir öfke, başka bir boşluk yaratır. Ve şehrin üzerine çöken karanlık, her şeyi görünmez kılmak yerine tam tersi bir etki bulur. Gece Antakya’da hayaletler dolaşıyor üstelik dizleri üzerinde değil ayakları üzerinde…
Tabii ki, kişi ilk başta su eksikliği çekmez. Tüm kişisel hayati ihtiyaçlar değersiz hale gelir. Ancak birkaç gün sonra susuzluk hayatın ta kendisi olur. Sadece içmek için değil, on binlerce insanı temizlemek için de…
Benzin insanın yaşamsal ihtiyaçları listesinde yer almaz, aslında yenilip içilebilen bir şey değildir. Ancak (eğer bulabilirseniz) jeneratör onu içmeden çalışmaz ve hilti jeneratör çalışmadan betonu delemez. Ve girebileceğiniz tek bir meskeniniz yoksa, onbinlerce insan o kahrolası geceleri arabada geçirmek zorunda kalıyor. Ve o kahrolası soğuk geceleri arabada geçirmek için o kahrolası motoru çalıştırmalısın. O lanet olası motor, o lanet olası yakıtı içmeden yaşaman için ihtiyacın olan ortam sıcaklığını yaratmıyor. (Keşke o dar alanın bir mum yakılarak ısıtılabileceği bilinseydi.)
Telefon yok. Yüzyılın icadı, iletişim ve haberleşmeye yarayan cep telefonları. Ve temel özellik dışında her türlü özellik (fotoğraf, oyun vb.) yüklenir. Hayati ihtiyaçlar haline geldiklerinde, gerçekten zulme uğrarlar. Ararsın karşı taraf cevap veremez, çağrılır, sesini duyuramazsın ama bir türlü bırakamazsın. Ve çalışmasa bile akünüzü şarjlı tutmak için bir arabanın ve akünün peşinden koşarsınız. Antakya’da herkes çok sayarak Turkcell’li yetkililerin kulaklarını çınlattı! Turkcell sorumluları çok üzülmüş olmalı ki deprem bölgesinde olanlar bu dönemde Turkcell Pasajı’ndan alışveriş yapamadı.
Hiç yemek yok. Aslında, bırak gitsin. Bu gibi durumlarda yemek yemek artık hayati bir gereklilik değildir.
Ve Antakya’da devlet yoktu. Devlet hayati bir ihtiyaç mı?
İstanbul’dan Antakya’ya giderken yol boyunca neredeyse iki tip araç gördük: Ağır iş makineleri taşıyan (özel şirketlere ait) kamyonlar ve ihtiyaçlarla dolu olan ve bir an önce varış noktasına ulaşmaya çalışan özel araçlar. Daha önceki sarsıntıların tek olumlu sonucu var; insanlara bu gibi durumlarda ne yapacaklarını veren refleks. O acıyı bilenler, o durumda olanların neye ihtiyacı olduğunu bilirler ve kimseden emir ve talimat almaya ihtiyaç duymazlar. Kendisi karar verir, düzenler ve yola koyulur. Toplumun imdadına yetişen devlet değil, yine toplumun kendisidir. Yeter ki yolu temizleyecek, açık tutacak, yol gösterecek (her iki anlamda da) “trafik polisleri” var.
***
Her derdin ilacı AFAD’dır.
Mühendis, mimar ve şehir plancılarından oluşan bir dernek olan Polytechnic’ten üç arkadaş, bire bir gün (Salı) Antakya’ya geldi. Eğitimlerinin “işe yarayacağını” varsayarak, sarsıntı bölgesinde oluştuğunu düşündükleri rastgele bir dizilişe katılmayı hedefliyorlardı. Ne de olsa “bilim ve teknolojinin halkın hizmetine sunulması” içindi. İlk öncelikleri İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Antakya ekiplerine katılmaktı. Ama ne yazık ki bir düzenleme bulamadılar. Onlarca telefon görüşmesinden sonuç alamayınca inşaat mühendisi olan arkadaşımız “bari”, “AFAD’a gidelim”, “belki hasar tespitinde veya başka bir işte yardımcı olabilirim” dedi. Tahmin edilebileceği gibi, bu girişim de başarısız oldu.
Bu aramalar ve sohbetler sırasında aracımızın yanına park etmiş, ön camında “Antalya AFAD Gönüllüleri” yazan başka bir araç gördüm. Ben de hızla arabadaki genç arkadaşa dönüp “Tam da aradığımız kişilersiniz” dedim.
-Ayrıca AFAD’dan birini arıyorduk. Ancak sorumlulara ulaşamadık.
-Biz sorumlu değiliz kardeşim.
-Tamam, gönüllülerden birisin, anlıyorum ama doğrudan sorumlu birinin telefon numarasını biliyorsun.
-Hayır, bilmiyoruz.
-Fakat ön camda AFAD kartı var?
-Antalya’dan yola çıktık. Ancak şehre girişlerde bir yük olduğunu duyduk, almıyorlar. Şehre girmek için o kartı kendimiz hazırladık. Üstelik o kartı görünce bizi çevirerek “Allaha şükür ilk defa AFAD’dan birini gördük” dediler…
***
Antakya’nın ağırlıklı olarak Araplardan, ayrıca Arap Alevilerden oluştuğu bilinmektedir. Yıllarca yıkılıp tekdüze hale getirilmek istense de yaşadığımız toprakların asıl zenginliği, insanlarının çokluğu ve çeşitliliğidir. Doğamız bire bir olmasa da kaderimiz ve geleceğimiz bire bir olmalıdır.
Ancak şimdi Antakyalılar, deprem yaşayan diğer vilayetlerden farklı muamele gördüklerini hemen hemen hep bir ağızdan dile getiriyorlar. Hatay’ın özellikle ilk günlerde neredeyse hiç televizyonda olmadığına dikkat çekiyorlar. Merkezi güçlerin yıllardır yarattığı güvensizlik, kendisini yeniden inşa edecek ilişkiler bulmakta hiç zorluk çekmiyor. Peki “AKP’nin kalesi” sayılabilecek yerlerde durum Antakya’dan çok mu farklıydı?
***
Yine o lanet gece gibiydi. Yanımızda bir genç koşarak bağırıyordu; “Yangın söndürücü, yangın söndürücü olan var mı? İtfaiye nerede?” Bir süre sonra iki asker ve büyük bir yangın söndürücü ile geldikleri yönden geri döndüler. Biz onların peşindeyiz.
Yanmaya devam eden büyük bir binanın enkazının üzerindeydiler. Enkazın çeşitli yerlerinden dumanlar çıkıyor, bazı noktalarda dumandan alevler yükseliyordu. Ve kurtarma grubu hararetle enkaz üzerinde çalışıyor. Tepede bir hareket, bir haykırış. Battaniye ile elden ele taşınmaya çalışılan kimse. Doğal olarak koştuk, battaniyenin uçlarını elden ele verdik. genç bir bayan; canlı, tek modül, konuşabilir; “Üç gün oradaydım, üç gün oradaydım, üç gün…” DİSK Genel Başkanı Dilek Çerkezoğlu bu kez doktor olarak orada.
Kurtarma grubu hala enkazın tepesinde. Kurtarılmayı bekleyen biri daha var. Doğal olarak takımın yanına gittim. Bir genç daha var ama ayağı betonun altına sıkışmış. Uzatma kablolu Hilti istiyorlar, yani jeneratörleri var. İndik, hiltiyi aldık, tekrar çıktık, inip çıktık. Dumanın içine gizlenen alevler yeniden yükselmeye başladı. Kurtarma grubunun başında; Bu şartlarda çalışamayız, batıyoruz” dedi. Aşağı inmek çok daha zor ama mümkün. Ya da genç adam, bu mümkün değil. Alevler büyüyor ve onu yanlarına almadan önce herkesin aşağı inmesi gerekiyor. İndik.
Yine yangın söndürücü için etrafta koşuşturuyor. İtfaiye ne olacak? Aşağıda askerlerin (üç asker) yanında duran daha rütbeli bir bayan azarlıyordu:
-Buradakiler aradıklarında açmıyorlar, en azından itfaiyeyi arayın.
-İtfaiye yok, arayayım.
(Muhatap olduğu kişinin HDP Milletvekili Oya Ersoy olduğunu bilseydi bu cevabı da vermeyebilirdi.)
***
Deprem insanları seçmez ama insanlar depremzedeleri seçer. Bu cümlede ne söylendiğini herkes anlıyor! AKP’den üst düzey kişilere “saygı” geçerse, AFAD’da bir bağlantı bulabilirseniz, çalıştığınız şirketin ulaşılabilecek bir vinci varsa, genel başkan yardımcılarından birinin arkadaşıysanız. belediye… Bunlara da şahit olduk. Yani yakınlarını içinde bulundukları çukurdan çıkarmak için ortak oldukları şirketin vincini getirenler, belediye başkan yardımcılarını harekete geçirenler, özel çıkarları olan bir grubu istihdam edenler. ses gelmediği halde 90 yaşındaki babalarını uzaklaştırırlar…). Bunlardan herhangi birine sahip değilseniz ama paranız çoksa depremzedeleri tercih edebilirsiniz! O da yok! O sırada yapabileceğiniz tek şey; kasklı, üniformalı arama-kurtarıcı bulup yalvarmak. Aslında bir umut kurtarmak adına yakınlarınızla konuşmak; “Duydum, duydum, duydum, hala yaşıyor…”
Elbette her arama kurtarma operasyonunun bu şekilde çalıştığını söylemek doğru olmaz. Ancak özellikle ilk üç gün işler tamamen sistemsiz ve kontrolsüz gitti.
***
Olmalıdır.
Bir benzetme yapalım, benzetmede bir kusur yok. Ve diyelim ki saray depremde yıkıldı, orada yaşayan insanları kurtarmak için neler yapılır bir düşünelim! Orada yapılacakların her maddesi bugün deprem bölgesinde enkaz altında kalan her birey için yapılmalıydı. Çünkü daha az değerli değiller.
***
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya bir söz: İçişleri Bakanlığı’nın yapması gereken diğer işlerden bahsetmiyorum bile. Ancak emrindeki trafik polisleri yönlendirilebilseydi çok büyük bir iş başarılabilirdi. En azından yollar açıktı. Halkın deprem bölgesine ulaşması sağlandı. Dönüşte karşılaştığımız manzara gerçekten inanılmazdı; Belen girişindeki üç şeritli karayolunda yüzlerce araç trafiğin açılmasını ve Antakya’ya ulaşmasını bekliyordu.
Biri yolu açarsa ya da biri yoldan çekilirse…
Belki de en kötüsü, birçok şeyi yapabilen binlerce insanın, yüzbinlerce insanın hiçbir şey yapmamasıdır.
Not: Yazının derli toplu olmadığının, notlardan oluştuğunun, eksik ya da abartılı duygular barındırmış olabileceğinin de farkındayım. Ancak asıl amacın yaşananlara bir an önce dikkat çekmek olduğunu belirtmeliyim…